MÖ 10 bin yılında, bilge bir kadın, bir buğday tanesini toprakla buluşturduğunda insanlığın da geleceğine güzel tohumlar ekmişti. Binlerce yıllık insanlık hikayesinde coğrafyanın kültüre, gastronomiye etkisi kuşkusuz insanın yarattığı her şeyi değiştirdi. Önce tohum vardı; sonra toprakla buluştu umut oldu, suya canını sundu hamur oldu. Binlerce yıllık zanaatkarlığın gölgesinde demlendi, geleceğe umut oldu.Yeryüzü ne yaşadıysa belleğine ilişti, tohumun da zanaatkarlığın da. Tarihin yeni, zamanın düş olduğu yıllar. Harfler dizildiği gibi durmuyordu. Hele, Oğuz Atay’ın söylediği gibi hiç uymuyordu “hayat hayale”. İnsanlık çınarı kök salmaya başlarken zaman ibresini çoktan değiştirmişti. Doğan güneşin, geceye düşmüş ayın, yağan yağmurun hiçbirinin cebinde mutluluk yok; öylesine yağıyor. Öylesine çiçek açıyor ağaçlar… Öylesine güz geliyor diyen doğanın bilgeliği doğan her çocukta evrenin sırrını aradı. Kadim bilgiler doğayı izleyene, içini açanlara, kalbiyle bakanlara sırlar hediye etti gümüş tepside.
Tohumun izinden gidenler kökünde izini buldu, izler bıraktı binlerce yıl sonraya. Cennette ilk sofra kuruldu, Göbeklitepe’de kutsal ırmakların yanı başında. Kiminin adına ustalıkla eklendi, kiminin hesabına şifa diye mühürlendi tohumun tahıla dönüş hikayesi. Öyle büyük sanatçılar gördü ki, tahıl dediğin ateşe pervane, tahılın rüyası ekmek oldu. Önce bilge kadınların elinde inci gibi dizildi, sıra sıra toprağa düştü heyecanını hiç kaybetmeden. Doğanın kadim bilgilerini yüreğine kilit eden bilge kadınlar yavaş yavaş açmaya başladı saklı kutunun kilidini. O güne kadar evrenden ne öğrendiyseler tarıma, toprağa ve sofraya taşımaya başlandı rızık diyerek. Anaerkil dönem buğdayın kültüre alınması, diğer tarım ürünlerinin günlük toplanması, ev halkının beslenmesi için kullanımı Ademoğlu’nun yaşama tutunmasına ziyadesiyle yetti. Karın tokluğuylazihne ambar edilen teknolojik bilgiler astronomi, mimarlık, araç-gereç yapımı gibi birçok konuda ivme kazanılmasını sağladı. Tarım alanlarında su kanalları inşası, Ay’ın hareketlerinin izlenmesi, Güneş’in gücü, toprağın takvimi hepsi medeniyetin temelini attı. Alın terinin sıcağına akıl teri karışınca ustalıkla mühendislik oyun alanını genişletti insanoğlunun. Sofrada kültürü mayalayan kadınlar, tarihin ilk zanaatkarlık örneğini işledikızgın taşlarda; güneşin sıcağına emanet etti hamuru. Mezopotamya’nın bereketli topraklarında tohumun bire bin verdiği kadim bilgiler zanaatkarların mayasıyla sanata dönüştü. Hamurun tarihi sanatkar ellerde yazıldı, un ile su ile tuz ile. Dikili taşlara işlenen hayvan ve gök cisimleri bakmakla görmek arası farkın imgesel izdüşümlerini kesici aletlerle tarihe not düştü. Yoğrulan hamurlarla ilk sanat örnekleri Sümerler, Asurlular, Hititler, Roma, Bizans, Osmanlıgibi birçok uygarlık ve imparatorlukların köklerine can suyu oldu. Avucunda ne varsa doğanın kadın eliyle form buldu antik dönemde. Sofralar kuran kadınlar, kültürü mayalıyordu verdiği kararlarla. İlk mimari tercihler, ilk çizgiler, ilk kap kacak kadın eliyle biçimlendi. Her şey ilk hamurla başladı; ilk maya tutmaya görsün, yeryüzü ilmek ilmek örüldü insanlık çınarıyla. Hayat hayale sığmıyor, derken büyük yürekli bilgeler, hamurlar yoğurmaya, evrenin şifasını fısıldamaya devam ediyordu. Hititler çizgiye, şekile, renge dair tekmili birden ne varsa hamura aktarıp ustalıklı eserler ortaya koydular. Zanaatkarlık ticari gelişmişliğin özgüveniyle 150’ye varan ekmek çeşidini, tohumu altına dönüştürdü. Avucun içine sinen hikâyeler, insanlığın alametifarikası oldu. Doğanın tüm gizemi bazen Anka kuşuna bazen bir üzüme bazen de diş şeklinde heykele dönüştü usta ellerde. Her bir ekmek bir sanatçının elinde sadece midenin değil ruhun ve gelecek sanatının gıdası oldu. Gelişmiş sanat buğdaya olan saygıyla, tarıma, tohuma duyulan minnetle kralların baş tacı edildi. Buğdayı eken el, tohumu büyüten güç, hamuru işleyen zanaatkarlık sanata dönüştü zaman geçtikçe.
Her uygarlık farklı tatlar eklese de ustalığın nişanı hiç kaybolmadı. Sümer’de Zigguratlar inşa edildi, okullar ekmek hamuruyla geometrik desenlerin yapıldığı sanat merkezlerine dönüştürüldü. Sümer’in rüyası İnanna ve Dumuzi’yi aşkla geleceğe taşıdı bir parça ekmek, bir kap su. Vergilius Eurysaces vardı Roma hükümdarının yanı başında. Kralları dize getirmiş, tahılı altına, hamuru mücevhere dönüştüren. Üzümler salkımsöğüt hamur olmuşken flüt çalan müzisyenler hamura sessizlik bağışlıyordu, her yiyen kendi sesini duysun diye. İşlediği her hamur, doğanın heykeltıraşları kıskandıran cinsten hayranlık uyandırıyordu. Işığın hapsedildiği tohumlar sürrealist fırça darbeleriyle ateşi kora, emeği sanata dönüştürüyordu. Asla unutulmadı usta Vergilius, içine sanat sindi onun zanaatkârlığının tıpkı diğerleri gibi. Tarihler henüz Rönesans’ı işaret ederken, 13 Nisan 1519’da Muhteşem Caterina Maria Romola di Lorenzo de Medici’nin yemek kültürünün geleceğini değiştireceğini elbette bilmiyordu hiçbir fani. İtalyan Rivierası’ndan esen serin meltemlerin uğultusunda sofra kültürüne, ekmek geleneğine dokunacak izler saklıydı. Yüksek İtalyan zevkiyle iliklerine kadar elegant Muhteşem Medici Fransız Sarayı’na yanında ekmek ustası Panterelli’yi de getirmişti. Zamanın ruhunu mayalayan Medici sadece fevkalade eserlerini değil ekmek kokusunu da sarayın duvarlarına iliştirmişti. Öyle ki, mezhep tartışmaları ile sınıfsal çekişmelerin ortasında ayak direyenleri aynı sofrada, aynı tat belleğinde buluşturuyordu. Panterelli ve Medici icadı hamur ustalıkla işlenmiş, sanatçı dokunuşuyla hamurun layıkıyla hem tatlı hem tuzlu olarak kullanılabilmesini sağlıyordu. Fransız patisserie kültürünün mihenk taşları tereyağı, su ve un ile şekillendiriliyordu. Unun suyla hemhal hali, tereyağının ipeksi akışkanlığı, tene dokunan ateşi kutsal bir hamura dönüştürüyordu. Aziz Honore’ye adanan tüy gibi hafif kıvam, damağa bıraktığı tat hikayesinde her elementin rayihasını barındırıyordu. Sarayın koridorlarında sessizliği bozan tepsi servis arabalarının üstünde fırından yeni çıkmış ekmeklerin çatalbıçakla buluşma anı, damağa akıtacağı bal modern zamanların kaçamaklarını yaratacaktı gelecekte. Kutsal hamur Fransız yemek tarihini yoğurup “kül altında pişen” profiterolün çikolatayla olan aşkına evrilecekti. Muhteşem Medici Fransız tat mirasını renk, form, akışkanlık, denge, tutku gibi farklı sanat argümanlarıyla tasarlıyordu. Rönesans etkisiyle tahıl una, un zamansız lezzet sanatına dönüşüyordu. Tarih hızla büyüse de zaman heyecanından hiçbir şey kaybetmiyordu.1932 yılında Normandiyalı genç bir adam Paris’te bir fırın açıyordu. Poilâne’nin parmakları hamura dokunurken aynı zamanda İspanya’nın kuzeyinde de bir çift el fırçaya dokunuyordu. Yıllar sonra Dali ve Poilâne’nin parmak uçlarındaki yaratıcılığı, yeryüzü mucizelerini hamura işleyecekti. Binlerce yıllık zanaatkârlığa yeni bir koku daha sinmişti. Poilâne babasından aldığı fırıncılıkmirasını geliştirip geleceğe taşıdı. Fırınında güneşin doğuşunuizlemektense odun ateşinden harikalar yaratmaya, ekmeğin geleceğini yazmaya karar verdi. LionelPoilâneinovatif bir bakış açısıyla fırıncılığa ‘’Retro yenilik’’ kavramını getirirken Dali de her sabah saat 11’de onun zanaatkarlığına ruh katıyordu. Tarihler Paris ışıklarıyla aydınlanırken Channel ışıltısı fırınların camlarından içeriye sokuluyordu. Hamurlar yoğrulmadan Fransız dantel poşetler işleniyordu Fransız şıklığıyla. Sofraya ekşi mayalı ekmek kokusu gelmeden zarafet giriyordu eşikten içeri, pamuk elyaf içinde. Pamuğa ilmek ilmek işlenmiş Fransız düğümleri zarafetin fırıncılığa işlenmiş mührüydü. Öyle bir fırındı ki, ekmeğin kokusu fırça darbeleriyle sanata dönüşüyordu. Poilane ve Dali 1969’da bir araya geldiklerinde her ikisi de hayatı sorgulayan, yeniliği tasarlayan, alanlarında geleceğe dönük yaklaşımlarıyla sürrealist çalışmalar yapan birer dâhiydiler. Dali’ye göre zaman, mekân ve madde arasında hissedilemeyen, dokunulamayan gerçeküstü bir ilişki vardı; cesur olanlar bu anın peşinden gider, diğerleri sadece takip ederdi. Onlar kendi yaşamlarına sadece seyirci kalırlardı. Dali, fırıncısını her gün 11.00’de arıyordu. Ekmekten eşyalar, hayvan figürleri istiyordu. Bazen bir telefon, bazen bir vazo, bazen de bir yastık yeryüzünün en değerlisi, aşkı Gala için. O gün yine saat 11.00’de telefon çaldı. Gelen ses çok keyifliydi. Yanlış anlamamıştı Poilane, ondan ekmekten bir yatak odası istiyordu Dali. Poilane’nin fırıncılık yeteneklerini mi geliştirmeye çalışıyordu? Her durumda bir fırıncı ve bir sanatçı yine zamana, mekâna, maddeye ve sanata dokunmuştu. Bundan sonra fırında asılmak üzere ışıltılı avizeler yapıldı, ışığına fırıncılık sinmiş aydınlatmalar. Fırıncının hamurdan yaptığı yatak odasında tatlı rüyalar işitildi, bin bir gece masallarında. Tarihler modern zamanları gösterirken, pusulanın ibresinde zanaatkârlık her dem gönül çelen. 12 bin yıl boyunca cesur bilgelerin ustalığına sanat sindi, geleceğe tohum eken.