Anasayfa » Oynadığı Karakterlerle Izleyıcının Gönlüne Taht Kuran Başarılı Oyuncu: Umut Oğuz

Oynadığı Karakterlerle Izleyıcının Gönlüne Taht Kuran Başarılı Oyuncu: Umut Oğuz

Yazar dogushan
256 görüntüleme

 

Adanalı dizisinde Fiko, Lezize Teyze, Emret Komutanım dizisinde Zihni Fikri Parlak, Kertenkele dizisinde Şevket karakterleriyle izleyicinin kalbini kazanan Umut Oğuz bunlar dışında da birçok dizide rol almış ve gösterdiği performans ile her zaman izleyicilerin dikkatini çekmiştir.

Umut Oğuz ve manken oyuncu eşi Sevilay Oğuz, 17 aylık oğulları Dora’yı sıra dışı yetiştirme tarzlarıyla sık sık sosyal medyanın gündemindeler. Binlerce takipçiye sahip çift sık sık Dora ile ilgili paylaştıkları fotoğraf ve videolarla gündeme geliyorlar. Viyana Magazin ekibi olarak İstanbul’da Akademi Binicilik Kulübü’nde bir araya geldik ve sorduk,

Umut Oğuz kimdir?

>> Umut merhaba. Mesleğinle ilgili tanınıyor, biliniyor, yazılıp çiziliyorsun. Sinemada, televizyonda, sunduğun gösterilerde herkesin takdir ettiği ve sevdiği bir oyuncusun. Bunlar tamam ama son dönemde, özellikle sosyal medyada, oğlunuz Dora üzerinden konuşuluyor ve merak ediliyorsunuz. Gerçekten aykırı bir anne baba mısınız?

Bizim toplum değer yargılarına, toplumun ezberlerine bakarsan evet. Ama bilime, tecrübeye, uzmanların görüşlerine bakarsan aslında olması gereken normal aileyiz. Az önce buradaki bir hanımefendiyle konuşmamıza tanıklık ettiniz; çocuğuna zorla yemek yedirmiş, şimdi yediremiyormuş. Dora 6 aylıktan beri özellikle evde, kendi yemeğini kendisi yiyor. Çatal-kaşık tutmayı biliyor, millet şaşırıyor. Biliyor, öğrenebiliyorlar. Hanımefendinin kızı 3,5 yaşındaymış. Kendisini yıkacak bir bilgi paylaştım: Bende videosu olan bir paylaşım var, sana da yollarım; 3,5 ve 2,5 yaşında iki kardeş var, Güney Koreli, 3,5 yaşındaki bütün yemekleri yapıyor, kardeşi de yardım ediyor; pişiriyorlar, yiyorlar, bulaşıkları yıkayıp yatıyorlar. Bizim toplumumuza baktığında insanların neden büyümediğini, trafikteki kavgaları, şiddeti, 50 yaşımıza geldiğimizde ergenlikten daha yeni çıkmış oluyoruz. Çünkü annemiz yemek yedirir, üstümüzü giydirir, babamız düşersek bizi kaldırır ya da düşeceğimiz, potansiyel tehlike olan yerlere girmemize, gitmemize izin vermezler. Halbuki çocuğu küçük yaşta alıştırmalı; doğaya baktığında hayvanları annesi babası evet koruyor ama bir yere kadar, sonra doğaya salıyor, güçlü olması için. Burada rahmetle anmak isterim Yalçın Menteş’i, bir oyununda Sabriye Kara (Sabiş) ile provadaydık, 16 yıl önce; sohbet sırasında konu iyi anne babanın tanımına geldiğinde sarf etmiştim şu sözleri: Hayat çok acımasız ve gerçek tarafından bakarsak, bugün öldün; yarın evladın ne yapacağını biliyorsa, ayakta durabiliyorsa sen iyi anne babasındır.

>> Dora yarın ayakta durmayı bilecektir diyorsun.

Bilir. Şu anda biz çok zor yetiştiriyoruz. Neden? Çünkü bizim gibi bakacak insan çok az var. Aman oraya çıkma, aman yapma, aman ona dokunma, bilmem ne filan değil. Bizde canını tehdit altına almadığı sürece aman aman demek yok.

>> Ama siz de, hem eşin hem de sen neticede standart bir Türk ailesinin anne baba yapısında, hatta Türk demeyeyim tüm dünyadaki neredeyse bütün anne baba yapısında yetişmiş çocuklarsınız, değil mi? Bu yetiştirme tarzına yönelme nereden icap etti, bir eğitim mi aldınız, sizi bu konuya teşvik eden neydi?

Yıllarca turizm sektöründe çalıştım. Ondan öncesi de var. Çocuklara çok meraklıydım, çok iyi iletişim kurardım onlarla. Ve gözlemlerdim. Bir çocuğa bakıyorsun farklı, iletişimi değişik, duruşu başka. Ufacık çocuk ama. Aileleriyle sohbet ederdim, gözlemlerdim; ne yapar ne eder. Hatta şimdi bir kitap yazıyorum. O kitaptaki hikâyelerden bir tanesi “Vicdansız Kadın” ismini taşıyor. Aynı yerde, iki ay arayla, gözümün önünde biri Fransız diğeri Türk iki çocuk düştü. Ailelerinin tepkilerini yazıyorum. Çok komik bir hikâye; bizim Türk çocuk düştüğünde aman annesi, babası, halası, dayısı hepsi koştu, çocuk ağlıyor. Çarptığı masayı dövenler, tükür para bulursunlar. Çocuk sussun diye dondurma alanlar. O çocuk büyüdüğünde bile sürekli başkalarını suçlayan, kendini asla eleştirmeyen, hep birileri tarafından pohpohlanmayı bekleyen ve maalesef kısa yoldan parayı bulmaya çalışan bir bireye dönüşüyor. Bu da toplandığı zaman böyle bir toplum oluşturuyor. Ama Fransız, o vicdansız anne, “kalk” dedi ve çocuk kalktı. Ve o çocuğun düşmesi bizim Türk çocuğun düşmesinden dört-beş kat daha şiddetliydi.

>> Çevrenizden nasıl tepki alıyorsunuz?

Sosyal medyadaki tepkileri az çok görüyorum, takip ediyorum. Sosyal medyada da birkaç defa tartıştık, doktorlar da var. Eşim Eskişehir’de okuyor hâlâ, kışın Eskişehir’e gitmişlerdi. Malum ince giyiniyor, hava orada sıfır derece. İnce zıbın, kafada penye bir bere düşün, bere de değil o. Sadece çorap, ayakkabı da yok. Millet kat kat giydirip polara, battaniyeye sarıp çıkardığı için Sevilay’a üvey anne diyeni mi ararsın, polisi arayıp şikâyet edeceğim diyeni mi, ciyak ciyak bağıran teyzeleri mi ararsın? Sürpriz yapıp ben de erken gitmiştim yanlarına. İnsanlar genelde, çoğunluk ne yaparsa onu doğru zannediyor. Ama bu her zaman doğru değil ve doğru sonuç vermiyor. Kurallar bile, dikkat edin uyduğumuz kurallar, kanunlar bile hep kötü insanların yaptıkları üzerinden konmuştur. Senin, benim günahım ne? Biz iyi insanız ama o kurala uymak zorundayız. Niye? Bu da aynı şekilde, bebekler üzerinde öğrenilmiş çaresizlikler, dogmalar, ne varsa bu millete kaktırmışlar. Maalesef sen onlara uymayınca, sen uyarınca seni de o girdabın içine çekmeye çalışıyorlar. Sen de güçlüysen, bilgin varsa, o yolda inançlıysan direniyorsun. Öteki türlü baş edemezsin. O nedenle ben de kendimce argümanlar geliştirdim.

>> Mesleki çalışmalarına, senden haberlere de değinmek istiyorum. Televizyon dışında tek kişilik bir gösterin var ve Viyana’ya da gelmek ister misin?

Bu gösteriyi ilk yapmaya başladığımda, 2016’da, temmuzda başlayacaktık kalkışma oldu, darbe, öteledik. Yine başladık, sonra başka bir kriz oldu. Bir şey daha oldu. Dizi başladı sonra, diziden sonra ara verdim. Her yaptığım yerde de güzel reaksiyonlar aldım. Türkiye’de gezdim, İsviçre, Lyon ve Brüksel’de sahne aldım. Tam oturtuyorduk, pandemi girdi araya. Hatta tekrar başlıyordum, bütün organizasyonlar iptal oldu.

>> Pandemiden sonra ilk gösteriyi Viyana’da yapalım, ne dersin?

Olur, yaparız valla, inşallah. Ben gurbetçileri, gurbette yaşayan Türkleri çok seviyorum. Bir kere sana böyle hasretle bakıyorlar gittiğin zaman. Gözlerinde çok güzel sevgi, muhabbet oluyor. Onu çok seviyorum. En son oyunumuzu Almanya’da oynadık. Başka bir ülkedesin, oradaki insanlarla, Türkiye’den daha rahat oynadık, biliyor musun? Mesela bir kelime söylüyorsun insanlar gülüyor. Bunu burada söylesen insanlar baskı altında, nasıl tepki vereceğini bilemiyorsun. Ne dediğin, ne anlattığın önemli değil. İçinde geçen bir şeyden sürekli bir kılçık alalım, bulalım durumu var ya bizde, o nedenle yurtdışında daha rahat gösteri yapabiliyorsun. En keyifli gösterimi Lyon’da yaptım.

>> Burada laf sokmaya çalışan da çok oluyor.

Laf soksun, önemli değil. Bizim işimiz de aslında baktığında hiciv, laf sokuyorsun. Mesela ben Lyon’da gösterimi yaparken ilk defa hiç kasılmadığımı gördüm. Argo da kullandım, doğaçlama oradaki arkadaşlara takıldım ve daha pozitifti oradaki vatandaşlarımız. Ülkedeki ekonomik durumlar, gerginlikler nedeniyle biraz daha kasmış durumdayız. Gülelim mi gülmeyelim mi arasındayız. Farkındaysan bayağıdır güldüremiyoruz insanları.

>> Ülke biraz da mizahını yitirdi. Senin mesela geleceğe dair umudun Dora. Ama bizler için ne diyorsun, gülmeyi unuttuk mu?

Bizim toplumumuzda doğruyu topluma aşılamak yıllar sürüyor. Mustafa Kemal’in devrimlerine bak. O kadar zaman almış ki toplumun bunlara adapte olması. En hızlı o yapmış. O yüzden dünya önünde eğilmiş, ceket iliklemiş. O bile yıllar sürmüş, düşün şu anda demokrasi ve cumhuriyet kıyılarda var ama içeriye doğru gittikçe hâlâ aradalar. Yayılamıyor bir türlü. Ama yanlışı ver, hemen yayılıyor. Şu anda bak televizyon dizilerine; akşama kadar ağlayan, aldatan, birbirine bakan, ne kadar ters, bizim toplumun övündüğü, “aman biz şöyle ahlaklıyız, böyle bilmem neyiz, şöyle örf ananemiz var” dediği ne varsa tersini koy, deli gibi izliyor.

>> Bunu söyleyen, Türkiye’nin ünlü dizi oyuncularından birisisin. Burada biraz kara mizah olmadı mı?

Benim işin içinde, işi yapmak başka bir şeydir, gerçekler başkadır. Profesyonelsin bir iş yapıyorsun, adamın katil olduğunu biliyorsun, avukatsın savunuyorsun. Biliyorsun yani. Ben dizilerimde oynarken de bunu söyledim, canlı yayında. Hatta bana aynı uyarı geldi: Sen bu filmden para kazanıyorsun. Kazanıyorum, benim işim o, profesyonel alanım. Ama bu demek değildir ki ben Türkiye’deki dizilerin yapısını, konseptini tasvip ediyorum. Şu anda Türk dizileri için diyebilir misin, tamam ders vermek zorunda da değiliz ama bir zekâ unsuru sunduğuna, zeka içerdiğini söyleyebilir misin? İki saat boyunca birbirine bakışan insanlar. On dakikalık konuyu iki saate sündürmek zorunda olan bir sektör. Bu sektörün de bir sorunu aynı zamanda. Şimdi bakıyorsun, psikolojik olarak komedinin maksimum zamanı 25 dakikadır. 10 ile 25 dakika arası. Stand-up’lar da öyledir mesela. Bir saate kadar da uzar ama gösteriyse uzar, diziyse uzamaz. Uzamaması lazım. Sen 2-2,5 saat dizi yapmak zorundasın her hafta. Nasıl güldüreceksin abi? Mecbur birbirine bakışan insanlar, onu aldattı, o ona baktı, bilmem ne. Abuk subuk şeyler doldurmak zorunda kalınıyor. Bu sefer de toplumun gerçekten düşünme kapasitesi, çünkü dizilerde yaşayan bir toplumuz.

>> Televizyon izliyor musun?

İzlemiyorum. İzleyemiyorum. Netflix’teki bazı diziler dışında, tenzih ediyorum, geri kalan her şey gerçekten abuk subuk diziler.

>> Benim sende, sanat çizginde gözlemlediğim bir yanın var, yanlışım varsa düzeltirsin. Dizi üzerinden gidiyorum, senin tiyatroculuğun ve sinema oyunculuğun da var ama dizi oyuncularında oynadıkları rol üzerlerine yapışıyor ve kalıyor. Sende öyle değil, farklı farklı karakterleri canlandırıyorsun ve üzerinde kalmıyor. Kötü adamı oynarken komedi rolünü de çok rahat oynuyorsun.

Buna şey diyorlar ya, oyuncunun kumaşı, diye. Çünkü ben, mutlak surette bana vermeseler bile bir alt metin yazıyorum kafamda. Bu çocuk şöyledir, şuradan gelmiştir, şu tepkileri olur, buna böyle tepki verir filan gibi. Bir karakter yaratıyorsun kendi içinde. Öteki daha ticari ve daha rahat bir iş. Bir tane tipi oturtup gitmek, onları da eleştirmiyorum, acayip ekonomik bir iş. Sürekli aynı tipi oynuyorsun, acayip para kazanıyorsun, karşılık buluyor. Fakat oyunculuğu çok kısırlaştırıyor. Müfit’in filminde kiralık katili oynadım. İlk defa bir katili oynadım, adam öldürmeye niyetli, tipi değişik, eli silahlı. Millet beni böyle görmemişti mesela, Müfit de şaşırdı. Beklediğimden çok iyi, dedi. Ama ben oldum olası kötü rol oynamak istedim. O neden? İyi bir gözlemciyim. Şu anda seninle konuşurken de, oğlumla oynarken de, bir hayvana bakarken de sürekli gözlemliyorum. Damıtıyorum, oradan bir şey çıkıyor. Ben bunu çok seviyorum. Bence oyunculuğun en keyifli tarafı da bu. Aynı adamı oynamak, aynı tipi oynamak o kadar sıkıcı ki. Şunun gibi: beyinde kullanmadığın bölge, yaşlandığında demans oluyor ya, niye, beyin küçülüyor, ihtiyaç yok çünkü. Küçültüyor kendini. Şimdi sen kullanmadığın organını, oyunculuğu da bir organ gibi düşün. Kullanmıyorsun, küçülüyor bir süre sonra. Diğer rolleri oynayamamaya başlıyorsun. >> Kadın rolü de oynayabilir misin? Ben Türkiye’de üç sezon birinci olan dizide kadın rolü oynadım. Daha ne? Onu diyorum, at binerim, silahı iyi kullanırım, okçuluk dersi vermişliğim var. Uzakdoğu sporları yaptım; atlarım, zıplarım, iyi yüzerim. Bütün spor dallarında varımdır biraz. Kendimi hazırladım, başrol oynarım, bir jön oynarım, diye. Ünlü olduğum rol kadın rolü. Ne idik ne oldu? Role inanayım, “Kuzey Rüzgârı” diye bir dizi vardı, iyi bir kadrolu. Orada ben Kız Kâmil diye, hatta Ayta Sözeri benim adamlarımdan biriydi orada, uyuşturucu trafiğinde köprü olan gey bir pavyon sahibini oynadım. Mustafa Şevki Doğan’dı yönetmen, Oktay Kaynarca’yı da, Selçuk Yöntem’i de kovdu setten, çünkü yerlere düşüyorlardı gülmekten. O kadar komik bir rol oldu ki ama ciddi oynuyordum. Orada Kız Kâmil’i oynuyorum, gey, sokakta yürüyorum, sesleniyorlar: “Abim, çok yakışıyor.” Her rolü oynamak için çabalarım. Bana gelsin senaryo, şunu derlerse benim adıma üzülürüm: “Umut onu oynayamaz.” Hatta benim menajerim bir toplantıda tartışmıştı bir cast direktörüyle, bu role Umut Oğuz’u önermişler ama o komedyen demişler. Hayır, Umut Oğuz bunu oynar, oynayamaz diye tartışma çıkmış. Yönetmen de rica etsem Umut Bey bir audition çeker mi bizim için demişti. Ben de çektim, 1930-1940’larda geçiyor konu, bir mahalle delikanlısı. Çektim yolladım, bu rolü oynayamaz diyen cast direktörü özür dilemiş. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Marlon Brando bile “Baba”daki rolünü biliyorsun önce başkasına vermişler, o kılığa girmiş, yanaklarına pamuğu doldurup, silahı alıp masaya koymuş ve rolü almış. İnsanlara biraz şans verseler, alan verseler, hele bizim gibi oyunculara.

>> Oyunculukla ilgili tavsiyelerin olur mu?

Ben de çokça dile getiriyorum ama özellikle yurtdışında meraklı olan gençlerimize sahte ajanslardan uzak durmaları konusunda neler söyleyebilirsin? Bana çok soruyorlar ama benim mesela hiç bilmediğim konu. Bir profesyonel oyuncuya sorulacak şey değil. “Umut Bey şöyle bir ajans var, oraya yazıldık da, kızımı yazdırdım, oğlumu yazdırdım” diye geliyorlar. Ama benim işim, senin işin değil ki, bilmiyorum. Benim çünkü ajansla işim yok. Şunun gibi, bana bir marangoz sorsa daha büyük ihtimal, yardımcı olma ihtimalim. Ajansları bilmiyorum bir de çok da tasvip etmiyorum. Ajans çağırıyormuş bir fotoğraf çekimine. Fotoğraf çekildikten sonra para alıyorlarmış, sonra dizilere figürasyon olarak gönderiyorlarmış. Neymiş efendim, oyunculuk dersi verdik, oyuncu ajansı. Oyunculuk böyle bir şey değil ki.

>> Tavsiyen ne?

Eskisi gibi değil artık. Adam eline telefonu alıyor oynuyor, YouTube’a ya da İnstagram’a koyuyor, kendini oyuncu zannediyor. O başka bir şey, gag’ler yapmak başka bir şey, oyunculuk başka bir şey. Bizim işin bir derinliği var. Bunu da yapmak için, öncelikle öyle doğmuş olman lazım. Bir hedefe koşarken evren önce bakıyor, samimi misin, değil misin. Adam, abi oyuncu olmak istiyorum gerçekten var mı tavsiyen, diyor. Kaç yaşındasın diyorum, 23. Üniversite? Okuyorum. Ne okuyorsun? Hemşirelik okuyorum, diyor. Şimdi sen oyuncu olmak istiyorsun, hemşirelik okuyorsun, ne alaka. Annem babam izin vermedi. Bizim iş zaten bir yalana karşı tarafı inandırma sanatı. Sen daha ilk seyircin anne babanı inandıramamışsın. Böyle bir şansın yok ki zaten. Doğal seleksiyonda elenmişsin. Bir kere öncelikle bu konudan emin olmaları lazım. Şimdi sen bir yerde çalışıp, öbür taraftan bilmem ne yapıp, bir de oyunculuk, öyle bir şey yok abi. Ben İstanbul’a geldim, ben artık oyuncuyum dedim ve oyunculukta kaldım. Başka bir işten para kazanmadım, sadece oyunculuktan kazandım. Oyunculuğa bağlı yan dallar oldu, sunuculuk filan ama bu öncelikle niyet koymayla alakalı. Çünkü dünya, evren, enerji senin inanmanı bekliyor. İnanırsan, ben mesela nasıl bir evrenle mücadele ettiysem, sekiz sene aç kaldım oyunculukta. Süründüm, perişan oldum. Sekizinci senede şans bir güldü bana, hatta 99’da başladım, 2007’de Allah bir yürü ya kulum, dedi. Oradan bir dizi, bir reklam derken tak Adanalı’ya geldim. Emret Komutanım vardı öncesinde. Özellikle askerlik sonrası çok zorluk çektim. Velhasılı Adanalı’dan sonra işler daha da değişti çok şükür. Bir kere oyunculuğu gerçekten düşünüyorlarsa öncelikleri iyi oyuncu yetiştiren okulları analiz etmek olmalı. Ne yapıyor bunlar? Özel yerler de var, özel okullar da var, oyuncu fabrikaları var gerçekten. İyi oyuncu yetiştiriyorlar. Sektöre özel hazır oyuncu yetiştiriyor. Bilinçli, profesyonel; çoğu da sektörde söz sahibi oldu. Türkiye adına konuşuyorum, yurtdışındakileri bilemiyorum ama. Her ülkenin oyuncu yetiştiren iyi okulları var. Öncelikleri orası olsun. Eğer o olmuyorsa, tiyatroların bir şekilde kulislerine girmeyi başarsınlar, öyle ya da böyle. Küçük bir rol olur, kostümcü olur. Ben alaylıyım, Ahmet Gülhan’ın öğrencisiyim. Devekuşu Kabare ekolüyle büyüdüm. Ve o ekolde profesyonel oldum. Çok şanslıyım Ahmet Gülhan gibi bir ustanın çırağı oldum. Öyle bir mutfağa girdim ki, Ahmet Gülhan’la geçirdiğim iki sene kadarki zamanım benim belki yirmi senelik eğitim hayatıma bedeldir. Hatası günahı, her şeyiyle, kendi gençliğiyle, kariyeriyle ilgili, başka insanların, televizyonda gördüğüm insanların anılarını dinleye dinleye kendime acayip bir yol çizdim.

>> Rasim Öztekin kavuğu Şevket Çoruh’a devrediyor. Bu konuda düşüncen var mı?

Bence Şevket hak ediyor. Ferhan abi ağlayarak şunu söylüyor: “Bana İsmail abi, İsmail Dümbüllü bu kovuğu verirken dedi ki; muhalif, duruşu olan bir oyuncuya verilmeli.” Bugün baktığında en güzel duruşu olan adam da Şevket Çoruh. Ne küstahlaşıyor ne küfrü ne hakareti var ama nefis eleştiriyor. Millet de arkasından gidiyor mu, gidiyor abi. Bitti. Ülkemizi öyle bir konumlandırdılar ki, muhalif olan düşman gibi görülüyor. Muhaliflik o kadar eğlenceli bir yer ki aslında. Ve ben ülkeyi yöneten olsam, Şevket gibi muhalif bir sürü arkadaş, dostumuz var, alırım, onlarla her hafta bir gün, ayda bir gün en kötü buluşur, fikirlerini alırım, eleştirilerini dinlerim. Bundan daha iyi bir şey olur mu? Şimdi sen diyebilir misin muhalif sanatçılar bu ülkeyi sevmiyor, bence en çok onlar seviyor.

You may also like

İLETİŞİM

office@viyanamagazin.at

Medieninhaber:
b2 Media GmbH, Gerasdorfer Straße 38a/14, 1210 Wien

Firmenbuch:
FN425763y, Handelsgericht Wien
UID: ATU69206815

Bu web sitesi, deneyiminizi geliştirmek için çerezleri kullanır. Bunu kabul ettiğinizi varsayacağız, ancak isterseniz devre dışı bırakabilirsiniz. Kabul Et Daha fazla bilgi