HACIYATMAZ MİSALİ, İNSANOĞLU HEP AYAĞA KALKMIŞTIR!
Bazen dibe vurmalı, düşmeli de insan. Bazen de yapayalnız, çaresiz kaldığını hissetmeli. Hissetmeli ki o an kendinin ve sahip olduklarının farkına varsın. Derler ya “Allah, sevindirmek istediği kulunun önce eşeğini kaybettirirmiş.” Kazanmak için bazen önce kaybedersin. Hacıyatmaz misali bir düşer bir kalkar insan.
[dropcap]B[/dropcap]iliriz ki top yere ne kadar hızla çarparsa o kadar yükseğe sıçrar. O misal, bazen yere öyle bir çarparsın ki, artık harekete geçmen gereken vakit gelmiştir. Belki kara gün dostlarını tanıman, belki de imkânları görebilmen için bir fırsattır bu. Ancak bunu görürsen icraata çevirebilirsin. Şems-i Tebrîzî’nin dediği gibi: “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını.’ Sen kötü sanırsın belki hayır ondadır. Dualarımızda da o yüzden hep “hayırlısını ver sen Allahım” ya da “hayırlı ise olsun” demez miyiz? Zorluklar insanı insan yapan ve olgunlaştıran en önemli hayat öğretmenleridir. Hatta psikologlar zorluklarla karşılaşan çocuğa ailenin hemen müdahale etmemesi gerektiğini vurgularken, çocuğun çözüm yolu aramasına fırsat tanımanın çocuğun kişilik gelişmesi ve özgüveni açısından oldukça önemli olduğunun da altını çizmektedirler. Örneğin birkaç kere düşerek hâlâ sandalyeye ısrarla çıkmak isteyen çocuğun zaferi kendine bırakılmalı, tutup onu sandalyeye çıkartmak yerine. Oraya çıktığında “zoru başardım” sevincini tatsın diye. Bunlar belki küçük şeyler gibi görülebilir fakat hayatta getirisi fazladır. Bazen her şey hesaplandığı gibi yolunda gitmemeli, bazen de dibe vurmalı ki insan tekrar doğrulurken en önemli anahtarın yine kendinde olduğunu keşfetme fırsatı bulsun. Çünkü herkes yapabilse zor olmazdı, herkesin başaramadığı bir şey ise kolay olmayandır. Bunu bilerek yola çıkmak başarı için en önemli pusuladır. Zorluklardan kaçmak yerine kalıp onlarla başa çıkmaya karar veren İbn-i Sina’yı İbn-i Sina yapan hayat öyküsü şöyledir. Hemen hepimizin kullandığı bir deyim vardır, “hiç aklım kesmedi” veya “tamam, aklım kesti bunu” deriz. Bu deyim ne anlatır, hikâyesi nedir? Babası, İbn-i Sina’nın henüz küçük bir çocukken çok zeki olduğunu fark ederek onu matematik ağırlıklı eğitim veren bir okula göndermiş. Fakat İbn-i Sina ne yaparsa yapsın matematik ve geometriyi bir türlü öğrenemiyormuş. Artık ümidini yitirerek daha fazla dayanamayıp çareyi okuldan kaçmakta bulmuş. Babasının korkusundan eve de dönemiyormuş. Ne yapsın, geçmekte olan bir kervana katılıvermiş çaresiz. Kervan bir gün bir kuyunun yanında mola vermiş. Kervandakiler, su getirme işini küçük diye ona vermişler. İbn-i Sina su almak için kovasını daldırmış kuyuya. O sırada kuyunun kenarının epeyce aşınmış olduğunu görmüş. Sanki biri elinde aletle kuyunun kenarını yontmuş gibiymiş. İbn-i Sina kuyunun kenarının niçin aşındığını merak etmiş fakat çok da üzerinde durmamış. Suyu dolunca kovasını yavaş yavaş çekmeye başlamış ki o sırada kovanın ağırlığıyla ipin taşın kenarına sürtündüğünü fark etmiş ve taşın niçin aşındığını o vakit anlamış. Bu sırada da birden kovanın ipi kopmuş. Yani ip, taşa sürtüne sürtüne incelmiş ve “inceldiği yerden kopmuş”. Bu durumdan oldukça etkilenen İbn-i Sina kendi kendine, “Taş devamlı gidip gelen bir ipi nasıl kestiyse, urgan gibi yumuşak bir cisim de sert ve çetin bir taşı nasıl böyle yonttuysa niye benim aklım da çok çalışarak matematiği, cebiri ve geometriyi kesmesin,” diye düşünmüş. Bu kıssadan sonra anlamını daha iyi kavrayacağımız “aklı kesmek deyimi bugün bile “bir işi başarabileceğine inanmak” anlamında kullanılmaktadır. Taşı sabırla yılmadan yontan ip misali kendisinin de biraz daha sabır gösterip azimle çalışarak başarabileceğini anlamış ve okuluna geri dönmüştür. İbn-i Sina sabır ve azimle derslerine sarılınca ilmin kapıları da kendisine açılmıştır. Modern tıbbın babası olarak tanınan İbn-i Sina (980-1037) yalnız Türk ve İslam âlemine değil bütün dünyanın ilim âlemine şeref vermiş bir Türk dâhisidir. Hem zamanında hem de zamanının ötesinde öyle büyük bir âlim olmuş ki bugün bile onun bilgisine ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Geometri (özellikle Öklid teoremi), mantık, fıkıh, felsefe, psikoloji, astronom, tıp ve doğabilim üstüne önemli çalışmalar yapmıştır. Demek ki başarının en iyi tarifi inanç, sabır, yılmama ve süreklilik gibi zor süreçleri kapsamaktadır. Fakat zor olanı başarmak imkânsız değildir. Bir atasözümüz vardır ya “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz”, “dünyada olmayacak şey yoktur”. Hiçbir şey için “bu olmaz” dememeliyiz. İp ara ara incelecektir tabii ki. Fakat önemli olan tek şey vazgeçmemek, yenilgiyi kabul etmeyip tekrar ayağa kalkmaktır her şeye rağmen; çünkü sorunlar hayatımızda sürekli olacaktır. Friedrich Hegel ise şöyle der: “Kopan bir ipe düğüm attığınızda ipin en sağlam yeri o düğüm olur. Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan yer o düğümdür.” Tabii ki en büyük dâhilerden Albert Einstein da azmin gücünü fark etmiş, “Azim paha biçilmezdir. Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum,” demiştir. Hatta Einstein hedeflediği bilimsel çalışmalarını sekteye uğratmadan yürütebilmek için, aynı evde yaşadığı eşi Mileva ile oldukça katı şartları olan bir evlilik sözleşmesi bile yapmıştır. Küçük bir kişilik testi olan, yarısı dolu bir bardağa baktığında, bardağın yarısını mı boş gördüğün yoksa dolu gördüğün sorusuna verdiğin cevap nasıl ki hayata bakış açını yansıtıyorsa bardağın boş kısmına bakıp durduk yere kendi kendine hayıflananlardan mısın yoksa dolu kısmına bakıp şükür edenlerden misin? Hayatta tabii ki yolumuza çıkan zorluklar var; fakat ilginç olan yapılan araştırmalara göre aynı olay karşısında insanların farklı şekilde etkilendikleri sonucuna varılmasıdır. Bu da olaylara yüklenen anlamların kişiden kişiye yani kişilik özelliklerine göre değiştiği anlamına geliyor. Aynı olay karşısında kiminin ya ruh hali etkilenerek kişi depresyon gibi ağır süreçlere girebilmekte ya da Nietzsche’nin dediği, “Seni öldürmeyen acı, güçlendirir” sözü misali kimi de zorluklar karşısında ezilmeden daha da güçlenerek çıkmakta. Hayret verici olan ise ikisi arasındaki o ince çizgi; çıkarttığımız yorumlar bizi farkında bile olmadan nasıl bambaşka sonuçlara götürebiliyor. Her olayı kişiliğine saldırı olarak görmek ayrı, olayları yaratana ait bir kabahat olduğunu kabullenmek ayrıdır. Birisi seninle bütünleşirken diğeri seni ayrıştırıyor belki de. O yüzden farkında olmak, bilinçli olarak olaylara yön vermek, yani hayatımızın direksiyonunu elimize almak ve buna karar vermek oldukça önemlidir. Ancak bilelim ki biz, farkında bile olmadan beynimizin bize oynadığı oyunlara da gelebiliriz. Çünkü beyin, inanılanı yanlış doğru demeden gerçekleştirmeye çalışır; bize oyun da oynar bazen. Tıpkı çalışmayan soğuk hava deposunda mahsur kalan adamın donduğunu sanarak ölmesi gibi. Depoda 19 derece ısı ve yeterli yiyecek olmasına rağmen vücut psikolojik olarak donma reaksiyonu göstermiş. Yani beyin verilen emri yerine getirmiş, çünkü adam buzdolabının çalıştığını düşünüyormuş. Çok üşüdüğü ve ayaklarını soğuktan hissetmediği gibi o sırada tuttuğu notlar bulunur sonrasında. Adam buzdolabının çalıştığını düşündüğü için, işin en tuhaf yanı gerçekliği bile sorgulamayan beyin vücuda olmayan uyaranlar vererek inanılan şeyleri gerçekleştirme çabasına giriyor. Hatta öyle ki “Plasebo etkisi” olarak tıp diline geçmiş olan bu terim esasında “beynin, gerçekliğe kayıtsız, şartsız inanma gücü” ile iyileştirme etkisi kullanılarak ağrı geçirme, ısınma, spor faaliyetleri ve bunun gibi şeylerde başarılı olduğu kanıtlanmıştır. Hatta ağrı kesici ilaçmış gibi verilen bir tabletin aynı ağrı kesici etkiler gösterdiği görülmüştür. Başarısızlıkta vazgeçmek yerine “bunun üstesinden gelebilirim” diyerek beynin inanılanı gerçekleştirme gücünden bilinçli olarak faydalanılabilir. Tıpkı İbn-i Sina’nın tam pes ettiği bir anda başaracağına inanarak tekrar okuluna dönmesi gibi. Tabii ki verdiğin onca emek ve gösterdiğin sabırla ürettiklerin de canından bile değerli olur; tıpkı Arşimet’in daireleri gibi. Başarı öyle bir hazinedir ki bazen kendini unutturur insana. “Bana bir dayanak noktası verin Dünya’yı yerinden oynatayım,” diyen Arşimet belki dünyayı yerinden oynatabilirdi fakat yaşadığı şehri alan cahil Romalı askerler tarafından bir kılıç darbesiyle ne kolay öldürülüvermişti. En acı olanı ise yaptığı çalışmalarını canından bile daha fazla korumaya çalışmasıydı; öldürüleceğini bildiği halde “dairelerime dokunma” diyerek onların üzerine siper olmuştu öldürülmeden. Krizler aynı zamanda insanların gerçek karakterini de ortaya koyar. Özellikle de korona sürecinde olduğumuz şu günlerde tabii ki bazen moralimizin daha düşük olduğu doğrudur. Hem sevdiklerimizle araya koyduğumuz mesafe hem de alışkanlıklarımızın tamamen mecburi değişimi karşısında ne kadar çaresizlik yaşasak da bugünlerin de geçeceğini düşünerek moralimizi ve motivasyonumuzu bozmamalıyız. Çünkü zorluklar hayatımızda her zaman olacaktır; önemli olan onları nasıl karşılayıp anlamlandırdığımızdır, önce bunu kabul ederek yani bir nevi tevekkül ederek başlamalıyız işe. Ya yaşadığın sıkıntıyı bir hayat dersi olarak görür yoluna devam edersin ya da o sıkıntıyla yıkılır, altından kalkamayıp ezilir gidersin. Artık sen karar ver; elma kurtlu diye tiksinip çöpe mi atacaksın ya da kurt sadece organik olana gelir mantığıyla asıl şifa bu elmada diyerek onu yiyecek misin? En azından geçirdiğimiz şu zor zamanda bizi mutlu eden şeylerle motivasyonumuzu artırabiliriz. Mutluluğun tadına varmak bazen bir köpeğe yemek vermek, bazen bir kediyi sevmektir; bazen bir çiçek sulamak bazen de bir bitki yetiştirmektir. Esasında mutluluğun anahtarı zorluklar karşısında “hacıyatmaz misali “tekrar ayağa kalkmaktır. Sonrasında zaten başarısızlığın bahanesi de kalmıyor.